Sanat Tarihi Üzerine
ÜLKEMİZDE SANAT TARİHİ EĞİTİMİNİN VE SANAT TARİHÇİLERİNİN SORUNLARI
YILDIZ DEMİRİZ
Her İl’e ve neredeyse her İlçe’ye bir üniversite açılmakta olduğu şu sıralarda, ülkemizde Sanat Tarihi eğitiminin gözden geçirilmesi zamanı gelmiş ve belki de geçmektedir. Yeni üniversitelerin pek çoğunda “Arkeoloji ve Sanat Tarihi” bölümleri açılmaktadır. Bu bölümleri yöneten öğretim elemanlarının birçoğu, bulunduğu yerde konunun tek yetişkin veya yetişmekte olan elemanıdır.
Çoğunlukla çevresinde, ne konularını tartışabileceği meslektaşları, ne yetişmesine yardımcı olabilecek yetişkin öğretim üyeleri, ne başvurabileceği zengin bir kütüphane veya resim-diapozitif arşivi vardır. Tek başına yönetmek zorunda kaldığı bölümün ders yükünden ve bürokrasisinden başını kaldıracak vakti yoktur. Doğal olarak böyle bir bölümden mezun olan öğrencinin de birçok eksik yönleri olacaktır.
Zaten mezun olunca ne gibi bir işte çalışabileceği de meslektaşlarımızı derin derin düşündüren konuların başında gelmektedir.
Genellikle konularıyla hiç de ilgisi olmayan bankacılık, postanede telefon parası tahsili, şirketlerde sekreterlik veya muhasebecilik, borsacılık, otomobil tamirciliği, anahtarcılık gibi işlerle ekmek paralarını çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bankaların veya gazetelerin kültür servislerinde çalışanlar, turizm sektöründe iş bulanlar veya ilkokul öğretmenliği yapanlar ise kendilerini mutlu azınlık olarak kabul etmektedirler.

Asli işlerinden biri olan müzecilik giderek sanat tarihçilerine kapılarını kapamaktadır. Müzelerde teknik eleman sayılmak için “Arkeolog” kadrosu gerekmektedir. Böyle bir kadroya atanan arkeologların teknik eleman sayılarak daha yüksek ücret almasına karşılık, sanat tarihçilerine bu hak genellikle tanınmamaktadır. Bu konuda idari mahkemelerde dava açan sanat tarihçilerine nadiren arkeolog kadrosu verilmektedir. Ancak kazandıkları hak, genellikle kısa süre sonra temyiz edilerek ellerinden alınmaktadır. Arkeologlara tanınan ayrıcalıkta da eşitlik söz konusu değildir. Zira her arkeolog da teknik kadroya atanmamaktadır. Kimin niçin hangi kadroya atanacağı konusunda belli prensiplere bağlı kalınmadığı anlaşılıyor.
Burada konuya birkaç farklı açıdan yaklaşmak gerekir. Öncelikle, sanat tarihçilerinin genellikle atandığı “Müze araştırmacısı” kadrosunun teknik kadro sayılmaması, “Arkeolog” kadrosunun teknik kadro sayılmasının aynı işi yapan ve aynı düzeyde eğitim görmüş elemanlar arasında eşitsizlik yaratmaktadır. Bu, eşit işe eşit eğitime eşit ücret veya kadro prensiplerine ters düşmektedir. Ayrıca bazı meslektaşlarımızın açtıkları davaları kazandıkları halde bu haklarının iptali de yasalar aykırı bir durum yaratmaktadır. Ayrıca arkeolog kadrosunun teknik hizmetler sınıfı (THS) sayılması ve sanat tarihçisi kadrosunun ise idari hizmetler (GİH) olarak görülmesi, sanat tarihçilerinin eğitim ve uzmanlık düzeylerine yadsımak anlamına gelmektedir.
Mesleklerinde öğretmenlik ise artık sanat tarihçileri için rüya niteliğindedir. Zira orta dereceli okullarımızda önceleri zorunlu, daha sonra seçmeli ders olan sanat tarihi, şimdilerde tamamen kaldırılmıştır. Orta dereceli okullarımızda “Sanat Tarihi” eğitimi, son yıllarda sık sık değişen sistem ve müfredat programları içinde giderek önemini yitirmektedir ve büyük bir hızla yok edilmesi aşamasına gelinmiştir. Bu yıl getirilen alan seçme sisteminde “Sosyal” alanda bile sanat tarihi dersi yoktur. Sadece sayısı pek az olan “Güzel sanatlar” liselerinde ve sadece “Türk Sanatı Tarihi” olarak bir ders vardır.
Liselerimizde sanat yapıtı, sanat tarihi, eski eser, sit alanı gibi kavramları tanımadan gelen gençlerimizin genel kültür düzeyi de son derece düşüktür. Üniversitede Sinema-Televizyon, Basın-Yayıncılık, Eğitim planlaması, Reklamcılık, Grafik gibi konularda yüksek öğrenim gören öğrencilere ders verdiğim sırada edindiğim izlenimler somut örneklere dayanmaktadır. Bu öğrencilerin yarısından fazlası, Pompei’nin İtalya’da olduğunu, Hattuşa’nın Anadolu’daki önemli Hitit merkezi olduğunu bilmez. Yapıştırıcı diyeceğine “Uhu”, Mozaik diyeceğine “BTS” diyenler ise, kime hangi dersi hangi düzeyde verebileceğimizi derin derin düşünmemize neden olmuştur.
İlkokuldan itibaren her konunun testlere verilecek yanıtlar olarak işlenmesi ise bir başka sakıncayı getirmektedir. Zaten Türkçeleri son derece zayıf ve kusurlu olan gençlerimiz, düşüncelerini kağıda geçirmeyi hiç bilmezler. Pek çoğu sözlü olarak da fikirlerini açıklamaktan acizdir. Eğer bir öğrencinize “Karşı duvar ne renk?” diye sorarsanız, şaşırıp kalabilir. Seçenekler arasında kırmızı, yeşil veya sarıyı seçer ama duvar beyaz veya gri ise hiç yanıtlayamaması olasıdır. Yazılı Türkçenin kuralları olduğundan habersiz bir Trakyalı öğrencim ise kelimelerin başındaki “H” harfini okumadığı için yazmazdı da.
Bu son saydıklarım liselerimizden mezun olan öğrencilerin sanat tarihi yanı sıra daha pek çok konuda yetersiz bir öğrenimle üniversiteye geldiğini göstermektedir. Üniversitede çeşitli dallarda öğrenim gören gençlerin esasen sınavı olmayan sanat tarihini seçmeleri bu durumda neyi sağlayabilir ki? Ya bu öğrenci kazara “Sanat tarihi”ni bilmem kaçıncı seçeneği olarak yazdığı için, bölüme kaderin şevkiyle öğrenci olursa, durum daha da vahimdir. Hiç Almanca bilmeyen birisinin Alman Filolojisi’ne öğrenci olması bir şey. Üniversitede Dil ve Edebiyat bölümünde sıfır noktasından başlayarak dil öğrenilmediği gibi, Sanat Tarihi, Arkeoloji veya Felsefe bölümlerinde de bu konuların alfabesi öğrenilmez. Liseden gelen öğrencinin bu konularda genel kültür niteliğinde bir şeyler bilmesi gerekir. Beyninde Barok, Rönesans, Gotik, Kübizm gibi sözcüklerin karşılıkları yoksa, öğretim üyesi lisede okuma yazmayı öğreten öğretmen veya aletli jimnastik dersinde ayakta durmayı ve yürümeyi öğreten antrenör kadar gülünç bir durumdadır. Ama lisede “Biyoloji” dersi bile seçmeli olduktan sonra, hiç “Kimya” okumadan lise mezunu olunabildikten sonra, bu söylediklerimizin hiçbir anlamı ve faydası olmaz.
Oysa her köşesinde çeşitli çağlardan yapıtların, adeta her yağmurdan sonra yerden fışkıran mantarlar gibi karşımıza çıktığı ülkemizde, sanat eseri ve tarihi eser bilincinin yerleşmesi son derece önemlidir. Bu ülkede gümrükçü, makine halısını hava alanından müzeye ekspertiz için geri gönderip yolcunun biletinin yanmasına neden olabiliyorsa, mahkeme, loden ceket düğmesine kaçak eski eser diye el koyup, üniversiteden bilirkişiliğinize başvurabiliyorsa, bir ilimizin belediye başkanı “Türbe değil mi? İyisinden bir tanesini korur, gerisini yıkarsın” diyebiliyorsa, bu konuda açığımızın ne kadar büyük olduğu apaçık meydandadır. Ülkemizden yurt dışına kaçırılan ve geri alınmasına uğraşılan değerler işte bu bilinçsizliğin sonucudur.
Konu ancak, sanat tarihi eğitimini değil liselerden kaldırmak, ilkokuldan hatta yuvadan başlamakla çözülebilir. Sorun ancak insanımıza sanat eserini, tarihi eseri tanıtmak ve sevdirmekle, ülkemiz için öneminin ve değerinin satılması ile ele geçecek paradan çok daha büyük olduğunun bilincine vardırmakla, biraz harap da olsa tarihi camisinin, eskisi yıkılarak yerine yapılacak betonarme camiden daha kıymetli olduğuna inandırmakla çözülebilir. Böylece üniversitelerimizdeki sanat tarihi bölümleri de işin alfabesini öğretmekten kurtulup, daha yüksek düzeyde eğitim yapmak, öğrencisinden kaliteli bilgi ve yorum beklemek mutluluğuna kavuşacaktır.
(Kaynak: Sanatsal Mozaik Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 4, Aralık 1995, İstanbul, s.15-17).